Hükümet merkezi, düşmanların şiddetli çemberi içindeydi. Siyasal ve askeri bir çember vardı. İşte böyle bir çember içinde yurdu savunacak, halkın ve devletin bağımsızlığını koruyacak (silahlı) kuvvetlere (onlar) emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve halkın araçları temel görevlerini yapamıyorlardı. Yapamazlardı da. Bu araçları savunmanın birincisi olan ordu da, ordu adını korumakla birlikte, elbette temel görevini yerine getirmekten yoksundu. İşte bunun içindir ki, yurdu savunmaktan ve korumaktan ibaret olan temel görevi yerine getirmek, doğrudan doğruya halkın kendisine kalıyordu... İşte buna KUVÂ-Yİ MİLLİYE diyoruz... 1923
VATAN POSTASI BATI

Gazeteler

NASIL MÜCADELE? SINIFLAR SAVAŞI NEDİR? NEDEN 1 MAYIS? TARİHİ SÜREÇ

Yazar Nezih Gençler
01 05 2007

Ya üretim ya da hizmet sektörlerinde işgücümüzü ve yeteneğimizi satarak ya da kiralayarak çalışmaktayız.

Yaşayabilmemiz için başat bir zorunluluk çalışmak. Kendimizi, yakınlarımızı yaşatabilmemiz, yaşanabilir bir doğayı ve toplumu koruyup geliştirebilmemiz bu çalışma eylemimizle gerçekleşiyor.

Çalışma, işgörme; üretim denilen, insana özgü ekonomik ve sosyal faaliyet alanının en temel unsurlarındandır.

Çalışan insan bir iş yapar, üretim ya da hizmet sektörlerinde toplumun kendisini yeniden üretmesine katkıda bulunur. Bunun karşılığında da, kendisini yeniden üretmek, geliştirmek ve soyunu devam ettirmek üzere temel gıda maddelerinden, çeşitli hizmet ve kültürel gereksinimlerine kadar bir çok şeyi tüketme hakkını ve yeteneğini toplumdan alır.

Günümüzün çalışanları yaşamlarını sürdürebilmek, daha sonraki yeniden üretimlere katılabilmek için toplumsal üretime katkısı oranında toplumdan almak zorunda olduğu tüketim maddelerini, sosyal ve kültürel gereksinimlerini ücret adı altında aldıkları para ile karşılamaya çalışırlar. Bir başka deyişle, devlete ya da özel sektöre kiraladıkları ya da sattıkları üşgüçlerinin karşılığı olarak devletten ya da özel sektörden yani işverenden aldıkları ücretle kendilerine ve çocuklarına gerekli beslenme, barınma, giyinme, eğitim ve kültür gereksinimlerini karşılamaya çalışırlar.

Bu durum insanlık tarihinin tümü için aynen geçerli değildir. Çalışanların kendilerinin ve ailelerinin yaşamsal ihtiyaçlarını, işgüçlerine karşılık aldıkları ücretle temin ettikleri bugünün toplum biçimi, önceki toplum biçimlerinden büyük farklılıklar gösterir. İnsanlık tarihinin tümü için geçerli olmayan sadece ücretlilik sistemi değildir. Çalışan ve çalıştıran ayrımı insanlık tarihinde çok sonraları ortaya çıkmıştır.

Henüz devletin ve sosyal sınıfların oluşmadığı toplumlarda ne para ne ücret vardır. Herkes kollektif olarak üretir, hep birlikte tüketir. Üretim araçları ve onların üzerindeki mülkiyet toplumundur. Burada üretim de tüketim de kollektif olduğu için, çalışanlar ve çalıştıranlar, işçi ve işveren olmadığı için, çalışma karşılığı verilmesi gereken bir ücret ya da üründen de söz edilemez. Herkes gücü yettiğince çalışır, ihtiyacı kadar tüketir.

Dolayısıyla ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen de yoktur. Bu olmayınca da hakkını almak ya da alamamak, hakkını vermek ya da vermemek kavramları gelişmemiştir. Bunun sonucu olarak da insanların birbirlerinden hak alma mücadelesi de henüz tarih sahnesine çıkmamıştır. İnsanlık henüz Tarih Öncesi dönemdedir.

Yani bu dönemde bir yanda çalışan, üreten ve sömürülen; öte yanda da yaşamak için doğrudan çalışmak zorunda olmayan sömürücü sınıflar henüz oluşmadığı için, sınıflar arası çelişki ve mücadele de söz konusu değildir.

Böyle bir mücadele; toplulumun sınıflara bölündüğü, özel mülkiyetli, devletli sistemlerin başlamasıyla, Tarih çağlarında ortaya çıkmıştır.

Sınıflı, devletli toplumlarda üretim araçları kişilerin, grupların eline geçmiştir. Özel mülkiyetli, miras hukuklu, paralı sistemler başlamıştır. Üretim araçlarını elinde bulunduranlar, bulundurmayanları köle ya da yarı-köle (serf) adları altında, çoğunlukla boğaz tokluğuna ya da üretilen üründen pay vererek çalıştırırlar. Bu sistemde ücret yoktur. Çalışan, çalışmasının karşılığında ayni olarak bir miktar ürün alır. Üretim araçlarına ve toprağa sahip olmadıkları için çalışmak zorunda olanlar yaşamlarını sürdürebilmek için, patronlarının el koyduğu üründen daha fazla pay almak zorundadırlar. Çalıştıranlar ise, üretim araçlarına ve toprağa sahip oldukları için çalışmadan varlık ve lüks içinde yaşayabilmek adına çalışanlara daha az ürün vermek isterler. Toplumdaki durum ve çıkarlarına göre oluşan bu iki ayrı sınıf birbirleri ile amansız bir mücadele içindedir.

Ortaklaşa üretilip tüketilen toplumlardan sonraki toplum biçimlerinde çalışan insanlık yaşamsal, sosyal ve kültürel gereksinimlerini karşılayabilmek için, dün bir miktar beslenme ve barınma elde ederken bugün bir miktar ücret almaktadır. Dün beslenme ve barınma durumunu iyileştirmek için Spartaküs ayaklanmalarına, Şeyh Bedrettin isyanlarına kalkan çalışan insanlık; 15. ve 16. yüzyıllardan itibaren ücretlilik sisteminin gelişmesiyle beraber, aldığı ücreti artırabilmek için, çalışma süresini kısaltabilmek için, sosyal ve kültürel kazanımlarını geliştirebilmek için çeşitli meşru mücadelelere girişmiştir. Bu amaçla sendikalar, birlikler, dernekler, sandıklar kurmuş, işverenin karşısına daha güçlü ve donanımlı çıkabilmek için topluma yeni yasalar önermiştir.

Ülkemizde de 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, 1 Mayıs Dünya İşçi Sınıfının Birlik ve Dayanışma günü gibi uluslararası mücadele günlerinin yanında, ulusal düzeyde de bir dilim daha fazla ekmek, daha iyi çalışma şartları ve onurlu yaşama koşulları mücadelesini sürdüren Türkiye İşçi Sınıfı, iş yasasında ve sendikalar yasasında yapılmak istenen kısıtlamalara karşı 15-16 Haziran yürüyüşü, ulusal bazda İstanbul 1 Mayıs kutlamaları; hep, çalışanların ekonomik, sosyal ve politik kazanımlarını koruma ve geliştirme mücadelelerinden kaynaklanmıştır.

Yaşayabilmek için belirli bir ücret karşılığı çalışan işçilerin, çalışma koşullarını, ücretlerini, sosyal ve politik haklarını korumak ve geliştirmek için yaptığı mücadeleler bu özel günleri yaratmıştır. Örneğin, 1 Mayıs’ın doğuşu; Federation of Organized Trades adlı işçi sendikasının, 1884’te Chicago’da toplanan kongresinde, sekiz saatlik işgünü hedefinin 1 Mayıs 1886 tarihinden itibaren gerçekleştirilmesi için mücadele edilmesi kararını alması ile olmuştur. 1 Mayıs 1886’da Amerikan işçileri tek bir slogan etrafında birleşmişlerdi: “Bugünden itibaren hiçbir işçi günde sekiz saatten fazla çalışmayacaktır. Sekiz saat çalışma! Sekiz saat dinlenme! Sekiz saat eğitim!”.

İlk 1 Mayıs'ta sekiz saatlik işgününün uygulanması talep edilmiştir; ama bu hedefe ulaşıldıktan sonra da, l Mayıs'ın kutlanmasına son verilmedi. Daha sonraki 1 Mayıslar, yaşayabilmek için ücret karşılığında çalışmak zorunda olan işçilerin kendilerini ezen ve sömürenlere karşı ekonomik, sosyal ve politik haklarını biraz daha geliştirmeye ilişkin somut taleplerinin dile getirildiği günler olmuştur.

Yani soyut bir sınıf mücadelesi ve 1 Mayıs, 8 Mart, 15-16 Haziran’dan söz edilemez. Böyle mücadele günlerine sırf eylem olsun, hareket olsun diye ya da sadece ideolojik, politik ve kültürel bir simge, bir alışkanlık olarak bakılmaması gerekir. 1 Mayıs sadece işçilerin ekonomik, sosyal ve politik kazanımları için mücadelelerinin bir simgesi değil, topyekün insanlığın ekonomik ve sosyal kurtuluşu için somut, elle tutulur kazanımların şanlı bir simgesidir. Nasıl ki bir bitki yaprakları ile ışığa, kökleri ile toprağa yönelerek yaşaması için zorunlu olan eylemini gerçekleştiriyorsa, nasıl ki hava ve su canlıların yaşayabilmesi için zorunlu ise tıpkı öyle, 1 Mayıslar da biz işçiler için, daha iyi yaşam koşullarının kurulabilmesi, onurlu bir yaşamın sağlanabilmesi demektir.

Biz işçiler, doğamız gereği, ekonomik ve sosyal durumumuz nedeniyle çıkarlarımızı tek tek savunamayız. İşverenin karşısına bir başımıza çıkarsak, bir çöp kadar güçsüz kalırız. Bir dilim daha fazla ekmek ve onurumuzla çalışabileceğimiz ve yaşayabileceğimiz bir ortam istiyorsak, işçi kardeşlerimizle birlikte dayanışma içinde olmak, örgütlenmek zorundayız. Örneğin sendikal örgütlülüğümüzü ve birliğimizi yaşama geçirmeden kendimiz, çocuklarımız ve yakınlarımız için daha iyi bir gelecek yaratamayız. Bu, işçi sınıfının en temel ve ayırdedici özelliğidir. Bu durum bizlerin tek tek düşüncelerinden, subjektif istek ve dileklerinden bağımsız, objektif bir durum. Bizler istesek de istemesek de bu böyle. İşçi sınıfının bu özelliği, şu veya bu ideolojinin ya da fikrin dayatması sonucu ortaya çıkmış bir yakıştırma, bir zorlama değildir. Burada, şu ya da bu iyi niyetli eğilimin bir tercihi ya da uydurması da söz konusu değil. Başka hiçbir sınıf, kendini kurtarmak için toplumu kurtarmaya çağrılı ve zorunlu değildir. Başka hiçbir sınıfın insanları, kendilerini kurtarabilmek için önce ait olduğu sınıfını, sonra halkını kurtarmaya, yani bireysel değil toplumsal kurtuluşa “mahkum”, zorunlu ve gönüllü değildir.

Deve kuşu gibi başımızı kuma gömerek yok sayamayacağımız ikinci bir durum da sınıflararası mücadeledir. Biz işçiler ister istemez içinde bulunduğumuz sınıflararası mücadeleyi duruca bilince çıkarmak ve doğru anlayıp yorumlamak zorundayız. Bu sınıf savaşını bizler başlatmadık. Dus durduk yerde sermayeye karşı sınıf savaşı başlatıp maceraya atılmak gibi bir lüksümüz olamaz. Ancak, işveren ve sistem tarafından bizleri asgari ücrete ve kölelik şartlarına mahkum etmek için başımıza örülen bu sınıf savaşına karşı kendi saflarımızda, sınıf kardeşlerimizle örgütlenmekten başka çaremiz yok. Bu bizler için varlık ve yokluk sorunu. Kendimizin, çocuklarımızın ve yakınlarımızın geleceği, bize karşı işverenlerin başlatıp yürüttüğü sınıf savaşına karşı işçi sınıfımızın birlik ve dayanışmasını yaşama geçirebilmemize bağlıdır. İşçilerimiz bu gerçekleri hergün yeniden yaşayarak öğreniyorlar.

Biz çalışanların, işçi sınıfımızın, halkımızın, ülkemizin, tüm ezilen ve sömürülen insanlığın durumu ve çıkarı, ezen ve ezilenin, sömürünün olmadığı, yaşanabilir bir doğa ve toplum yaratabilmek için mücadele etmeyi gerektiriyor. Kendi çıkarını halkın, ülkenin, tüm insanlığın çıkarlarının önünde gören, hatta kendi sınıfdaşlarını bile yutarak ya da yok ederek büyüyüp devleşen ve asalaklaşan mali sermayeye ve onların sistemlerine karşı nefsi müdafa için örgütlenmek ve birleşmek, biz işçilerin yaşamsal ihtiyacıdır.

1 Mayıslar işçi sınıfımıza ve halkımıza iyi anlatılmalıdır. Son yıllarda kitlelerin kendi sorunlarına duyarlılığının hızla dibe vurduğundan yakınılıyor. Örgütlü toplum kesimlerimizin ve sendika üyesi işçilerimizin katılımlarının hızla azaldığından şikayet ediliyor. Tüm bu duyarsızlıkların ve umutsuzlukların bir nedeni de “somut şartların somut tahlili”nin yapılamayışı, yığınların güncel pratik öncelikli sorunlarına; işsizliğe, açlığa, evsizliğe gereken önemin verilemeyişi degil mi? Halkın somut sorunlarını ve onların çözüm yollarını ana gündem maddesi yapmadan, kısa yoldan dar “ideolojik” sihirli değnek “çözüm”lere ve soyut “politik” söylemlere girişilmesi 1 Mayıslara katılımın düşük olmasının nedenlerinden biri ve belki en önemlisi değil mi? İnsanların somut, güncel ve zorunlu ihtiyaçlarının ve taleplerinin karşılanabilmesi, yaşamlarını onurluca sürdürebilmeleri mücadelesinin 1 Mayısların ana gündemi yapılması 1 Mayısın doğuşundaki madde ve ruha da uygun olacaktır.

İşgücünü satarak ya da kiraya vererek elde ettiği ücret ile geçinmeye mahkum edilen işçi sınıfımız ve diğer emekçi yığınlar için 1 Mayıs bir dilim daha fazla ekmek, onurluca çalışabilecekleri bir işyeri, daha fazla ekonomik, sosyal ve politik haklar demektir. Sendikal örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılması, işçi sınıfının öncelikle ulusal bazda ekonomik, demokratik, sosyal ve politik birliğinin sağlanması, dünyada da gerçek ve samimi bir enternasyonalist birlik, dayanışma ve eşitliğin hayata geçirilmesi için mücadele demektir. Sömürüye, işsizliğe, pahalılığa karşı işçi sınıfı öncülüğünde tüm halkın birlik ve dayanışma içinde mücadelesi demektir.

Yani biz çalışanlar, öncelikle kendimiz için, çocuklarımız ve yakınlarımız için, diğer işçi kardeşlerimiz için, halkımız için, ülkemiz için, tüm ezilen ve sömürülen insanlık için, yaşanabilir doğa ve topluma sahip bir dünya için 1 Mayıs bayrağını yükseltmeliyiz.